top of page

Akışa Bırak Kendini

- Haydi "Amirâl Gemimizle" ufak bir tur yapalım.
Bu turda, faaliyete başladığımız tarihten bugüne kadarki süreçte yaşadığımız sevimli olayları, hakkımızda yazılıp çizilenleri, Kafkas ve
Dağıstan kültüründen çeşitli esintileri, kimi
müşteri ve dostlarımızın bizi motive eden
"eleştirilerini" vb anektotları bulacaksınız.
Ne dersiniz, bize eşlik etmek ister misiniz?
- 2008'in Mayıs ayında mütevazı bir açılışla faaliyete başladık... 
- Bazı gazete, dergi ve TV kanalında haber olduk, kimi müşterilerimiz de şiir
ve çizimleriyle bize anılar bıraktılar...
- Yaşasın!
- Bunlardan biri de Vedat Milor'un NTV'de
yayımlanan "Tadı Damağımda"  programıydı.
Bakalım beğenecek misiniz?
- Hıngal Mantı, Vedat Milor'un NTV yayınlarından çıkan "İstanbul 100 Lokanta" kitabında... Bize "Pide, Hamurişi, Pizza" kategorisinde yer veren Sayın Milor, kuşku yok ki Hıngal'ı seviyor :) Önce Milliyet Gazetesi'ndeki "de-gusto" köşesinde, sonra NTV'deki "Tadı Damağımda" programında ve şimdi de özenle derlediği 100 Lokanta listesinde yer almak bunu kanıtlıyor sanki :) Teşekkür ederiz...​
- İlk denemeler... Yıllar önce "Hıngal Mantı" adıyla bir mekân açıp açmama konusunda düşünürken yaptığımız pek çok denemeden minik bir buket. Bükümleri de maşallah su kemeri kıvamındaymış :) Bu grubun öncesi ve sonrasındaki çeşitlemelerin haddi hesabı yok aslında. Süreç içinde olay netleşti de 12 ayrı çeşitte durmaya karar verdik...
- Veee karşınızda Çark-ı Hıngal...
- Bütün çeşitleri tanıyorsunuz artık, tekrar etmeye gerek yok :)
- Ayrıca yine Dağıstan mutfağından
Dovğa çorbamızı ve Lezgi salatamızı da tadabilir ya da zeytinyağlı çeşitlerimizi, diğer salatalarımızı ve Nevzine talımızı tercih edebilirsiniz.

Lezginka



Kafkasya bölgesinde yaşayan yerel halkın oynadığı dans olan Lezginka, bölgedeki pek çok kabile tarafından farklı şekillerde adlandırılmıştır. Çeçenler lovzir, kabartaylar sesen olarak adlandırırken, zilga, maggalan veya şamilye olarak da adlandırılır. Oldukça hareketli bir dans şekli olan bu dansta erkek bir kartalı kız ise bir güvercini tasvir etmektedir. Kartal güvercini sürekli olarak kovalarken, güvercin ise ani ve zarif hareketlerle kartalın hamlelerinden kurtulmaktadır. Bu dansın ortaya çıkışı ise ilginç ve hoş bir Lezgi hikâyesine dayanır: “Savaşlarda kahramanlıkları ile tanınmış olan bir delikanlı, komşu kabileden bir reisin kızını beğenir, sever ve evlenme teklifinde bulunur. Genç kız cevap verebilmek için bazı istekleri olduğunu söyler.”

Genç adam: Emret güzel kız! 
Güzel kız: Babamın çayırından götüreceğin iki araba ile bir günde ekin biçip getireceksin, der.

Arzusu yerine getirilen güzel kız, sonra şunları ister:
1) Ormandan bir günde üç araba odun kesip getireceksin…
2) Babamın sürüsü iki gece dağda otlayacak ve sen onları koruyup kayıp vermeden getireceksin…
3) Bu günlerde savaş var. Bana hizmetçi olarak bir kız getireceksin…

Yiğit bunları da yapar ve güzel kız şöyle buyurur:
Bu gece babamın misafir odasında istirahat edeceksin…

Ancak, odada kızın yakınlarından birisi de vardır; delikanlının hareketlerini kontrolle görevlidir. Ertesi sabah kız ona sorduğunda, delikanlının yemeğini gayet terbiyeli yediğini, namaz kıldığını, kendisine saygı gösterdiğini, erkenden yattığını, çamaşırlarının temiz olduğunu, elbiselerini ilk giyeceğini en üste gelecek şekilde iyi katladığını, silahlarını yastığının altına koyduğunu, bir elini koyarak güzel ve tetikte yattığını, açık uyumadığını, geç vakit kapı çalınınca bir dakika içinde giyinip kuşanarak kapıya koştuğunu, açmadan önce “kim o? Savaş mı var?” diye sorduğunu iletir.
- Çok turladık, biraz da müzik ve dans...
Karşınızda Lezginka!
Güzel kız Yiğit’in kapıda kimseyi göremeyince tekrar soyunup aynı düzende yattığını, sabah erkenden kalktığını öğrenir. Tüm bunlara rağmen kızın arzuları ve talepleri bitmez ve genç adamdan bir dağ keçisi yakalamasını ister. Ancak Kafkas dağlarında dağ keçileri çok sarp ve dik dağlıklarda yaşarlar ve son derece çevik ve yakalanması zordurlar. Bütün gün boyunca avını yakalamaya çalışan genç adam sonunda yorulur ve gökyüzünde bir kartalın minik ve güzel bir güvercini kovaladığını, güvercinin manevraları karşısında kartalın nasıl şaşırdığını ve avını bir türlü yakalayamadığını fark eder. Mücadelenin sonunda kartalın bir anda kuşu yakaladığını görür ve bu olayı kendi hikâyesiyle ilişkilendirip geri dönmeye karar verir. Hikâye bu ya dönerken avına da rastlayan genç Yiğit keçiyi avlar ve köyüne döner. Keçiyi güzel kıza verir, keçiyi alan kız tam bir istekte daha bulunacakken genç adam güzel kızı durdurur ve kızdan keçiyi pişirmesini ve genç arkadaşları ile beraber yemek yiyerek dans etme ricasında bulunur. Güzel kız genç adamın ricasını kırmaz ve keçiyi pişirir. Yemek sonrası tüm çift olanlar dans ederken genç adam ve güzel kız da dans etmeye başlarlar. Genç güzel kız, sevimli ve renkli küçük bir kuş gibi kıvrak oyunlarına başlar, delikanlı ise kartal gibi hamleler yapar. Bir ara ustaca bir manevra ile sevgilisini avlunun kapısına süren Yiğit; hazır olan atına atlayarak dağ yollarına uzaklaşırken sorar güzel kıza…

Genç adam: “Nasıl, kararını verdin mi?”
Güzel kız: “Evet…”
Genç adam: “Ben de kararımı yabani keçi avında vermiştim” der ve böylece yuvalarına havalanırlar…
- Tura devam... Sırada çok
"Flaş, Flaş, Flaş!" bir haberimiz var :)

Marilyn Monroe'nun Güzellik Sırrı

Evet, doğru… Marilyn Monroe’nun güzellik sırrını biz çözdük! Araştırdık; bilinen bilinmeyen, MM hakkındaki her haberi ve dokümanı inceledik ve…Bingo!! “Marilyn Monroe kimdir?” sorusunu bir tarafa bırakalım şimdi. Ne de olsa bu güzelliği tanımayan yoktur. Varsa da… “Vah garibim!” diyelim kendisine ve hızla geçelim :)

Asıl konu… Bir kadın nasıl bu kadar güzel olabilir? Bu cazibenin kaynağı ne? Bu ipeksi ten (resimlerden / filmlerden gördüğümüz kadarıyla canım) nasıl oluyor da oluyor? Hem ayrıca, neden “Chanel No: 5” parfümü hep yanında? Tamam, parfüm bakımlı her kadın için vaz geçilmez olabilir; ama neden sadece “Chanel 5”? (…) Sıkı durun, geliyor :) Çünkü bu parfüm, MM’nin güzellik sırrının “yan etkilerini” bastırıyordu! Çünkü MM’nin güzellik sırrı “Sirke” idi :) Hatta tam olarak “elma sirkesi”…

Yoo, hemen burun kıvırmayın öyle. Tabii, konu MM ve onun güzellik sırrı olunca, siz de otomatikman daha sofistike şeyler düşündünüz değil mi? Belki bir tropik meyvenin özü, belki nadir bulunan bir memelinin sütü ya da “özel” herhangi bir şey... Ama gerçek hiç de öyle değil işte; herkesin mutfağında bulunan ve gayet sıradan bir sıvı gıda olan elma sirkesi tam anlamıyla mucizevi bir şey aslında. Şöyle ki…

Elma sirkesi, ciltteki lekelerden sağlıksız saçlara kadar birçok derde deva bir güzellik iksiridir. Özellikle pırıl pırıl saçlara, lekesiz bir cilde ve incecik bir vücuda kavuşmada çok önemli katkıları vardır. Örneğin saçınızı yıkadıktan sonra, son durulama suyuna biraz elma sirkesi ekleyin. Bakın saçlarınız kepekten nasıl arınacak ve sağlıkla parlayacak... Akne tedavisi için de suyla seyreltilmiş elma sirkesiyle yüzünüzü temizleyin ve suyla durulayın. Cildiniz yumuşayacak ve antiseptik özelliği sayesinde akneye neden olan mikroplar anında ölecek... 

Bacaklarınızda varis mi var? Pamuklu bir bezi elma sirkesine batırıp sıkın, sonra varisli bölgeye sarın ve 30 dakika bekleyin. Bu uygulamayı bir süre sabah akşam tekrarlayın ve varislerinizle vedalaşın. Hatta banyo sonrası sirkeli suyla durulandığınızda cildinizin yumuşadığını ve nefes aldığını bile hissedebilirsiniz. Parlak ve pürüzsüz bacaklar için de bir bardak suya iki çorba kaşığı sirke katıp bir parça pamukla bacaklarınıza masaj yapın…

Zayıflamak için diyet mi yapıyorsunuz? Tamam. Bir bardak suya bir iki kahve kaşığı elma sirkesi ve bir kahve kaşığı da bal ekleyip karıştırın. Bu karışım uygun bir diyetle birlikte kullanıldığında, düzenli kilo vermenize katkı sağlar. Ve elma sirkesi daha birçok konuda size mucizevi yararlar sunar. Çünkü sirke doğal bir toniktir… Ama işte, “minik” bir yan etkisi vardır; kokusu biraz keskindir. Azıcık yani :) Böylece MM’nin neden Chanel 5’i yanından hiç ayırmayıp, ona adeta “gece elbisesi” muamelesi yaptığı da şimdi aydınlanmış oldu :)

Sirke kullanımı genel olarak Kafkas yemek kültüründe (elbette biz Dağıstanlılarda da) epeyi yaygındır ve sofraların adeta demirbaşlarındandır. Bizim Hıngalların geleneksel sunumunda da yoğurdun yanı sıra “elma sirkesi + sarımsak + kaynama suyundan” hazırlanan bir sos tabağa eşlik eder. Yani Hıngalları yoğurda ya da bu sirkeli sosa bandırarak yersiniz. Yarasın, afiyet olsun...

Gördünüz mü bakın, nereden nereye? Hıngal’dı, sirkeydi, sarımsaktı derken… MM’nin güzellik sırrını da sayemizde öğrenmiş oldunuz :) Haydi gene iyisiniz, sağlıcakla…
- Bir mola daha; müzik...
- HıngalCan nasıl "doğdu"? :)

Can'ımıza Değen Acı Bir Hikâye :)

Hıngal Can’dır!

Acıdan keyif almak? Cayır cayır yanarken mutlu olmak? Gözler ve dudaklar morarıp kavrulurken “seviyorum!” diye çığlık atmak?.. Mümkün mü? Evet, ziyadesiyle tanığı olduk bu durumun; mümkün :) Son yıllarda “acı aşığı” dostlarımızın külliyatı epeyce bir kabardı; fakat ilk tanıklık biraz şok ediciydi doğrusu, yani en azından bizim için şu an olduğu kadar olağan değildi…

2008’in henüz başları, yani “Hıngal Mantı” henüz yok; fikri var sadece. Lakin sanki yarın açılış yapacakmışız gibi, biz haldır huldur çeşit geliştirmenin derdindeyiz. Hani olur ya; planlanan zamandan önce bir atak yapmak gerekirse, “her bişeyimiz tamam olsun” işgüzarlığı :) Enva-i çeşit un deniyoruz, olmadık cambazlıklar yapıp lezzet dorukları peşinde koşuyoruz, önce kızartıp sonra haşlıyoruz, minare gölgesinden bir çimdik katıp davul tozunda soteliyoruz, bir o yana hoplatıp iki şu yana tıklatıyoruz… Kimi çeşitleri tattığımızda ağzımız kulaklarımıza varıyor, kimisindeyse kaçacak delik arıyoruz :) Neyse, ortaya bir şeyler çıkıyor yani. Eh, bunların hepsini de evde yapıyoruz haliyle; dedik ya, “Hıngal Mantı” henüz yok… Tamam, iyi güzel de kendin pişir kendin ye, nereye kadar? Kuzguna yavrusu şahin görünürmüş ya hani, “inovatif hıngallar” da bizim damağımıza pek bir güzel geliyor. Sonra nihayet kendimize şu soruyu sormayı akıl ettik: “Gerçekten öyle mi?” Ne kadar yalın bir soru değil mi? :) Ama inanın çok değerli bir soru bu. Ne de olsa, ürettiğiniz mamulü insanlara arz edip karşılığında ödeme yapmalarını isteyeceksiniz. Yani işin bir de bu yanı var; malınıza güvenebilirsiniz, bu iyi tabii ki. Peki, arz - talep dengesi oluşacak mı bakalım? Zurnanın zırt demesini umarken, ya pırt derse? Hatta sırada bir de hırt var… Neyse, o başka bir sohbetin konusu...

Efendim uzatmayalım, biz sonunda eve bol bol misafir davet etmeye başladık. Ürünleri test edeceğiz ya :) Sağ olsunlar, dostlarımız akrabalarımız bizi kırmadılar. Geldiler yediler, gittiler yediler… Onların gözü hıngallarda, bizimkiyse ağızlarında. Yok, lokma saymıyoruz; yorum bekliyoruz. 

- “Eee, ne diyorsunuz? Beğendiniz mi?”
- “Ay vallahi çok hooş. Nasıl desek? Ağzımızda böööyle şey oluyor.”
- “N'oluyor?”
- “Yani manyak güzel bunlar yaa!”
- “Hadi ya! Manyak güzel? Nasıl yani?”
- “İşte, kem küm şaralop…”

Nezaket denen bir şey var tabii, latif insanlar... Evine misafir gelmişler, ama sen dayamışsın deneysel hıngal çeşnisini “haydi ye, sonra da yorum yap” diye bekliyorsun. El insaf! Atalarımız ne güzel demiş: Hatır için çiğ tavuk bile yenir :) Elbette hepsinden ayrı bir izlenim, feyz aldık. O muhakkak… Ama bizi dumura uğratan, önce sersemletip sonra yaratıcığımızı kamçılayan çok özel bir misafir grubumuz da oldu o süreçte. Sevgili kardeşim, eşi ve ailesiyle çıka geldi. Özbahçeci’lerin her biri ayrı bir değer, güzel insanlar :) Ama kayınbirader Murat’ın yeri ayrı; dumur hamlesi de ondan geldi zaten… Biz gene böyle donatmışız masayı, ıvırlar zıvırlar da var elbette; ama bizim bütün ilgimiz hıngal çeşnisinde. “İşte bu kıymalı, bu da peynirli, bu ise ıspanaklı, şunda bu var, bunda da şu var.” Hmm, tepkiler güzel. Büyük Özbahçeciler mutlu mesut görünüyor… Ama sonra, bir nida: 

- “Abi, bu ne ya!? Acı pul biber yok mu bu evde? Getir de ağzımız tatlansın” 

Nidanın sahibi kayınbirader Murat… 

- “Var Murat’ım, olmaz mı?”

Acı biber ve tatlanan ağız? Nasıl yani? Hıngal ve acı? Olmaz, onlar bir arada bulunmaz! Hıngala acı katılmaz! Büyük halam duyarsa ensemde boza pişirir. “Sen nasıl Dağıstanlı’sın?” diye beni bir güzel paylar, ardından da günlerce suratını asar… Ama oldu; hemen mutfağa koşuldu ve acı biber kavanozu anında sofraya kondu. Misafir istiyor, ne yapacaksın? Sonra mı? Murat’ım acıya doymayanım aldı kavanozu eline, ver yansın etti acı pul biberi hıngalların üstüne :) Ardından birader, peşinden eşi ve dahi Özbahçeci ailesi. Fakat Murat’ım kimselere kaptırmadı rekoru; oncağız tükendi bitti acı biber stoğu :) Yani acıyı bal eyledi, ağzının tadı yerine geldi...

- Ohh! Hıngal candır!

Vay canına! İşte bu. Her hıngalın sadece lezzeti nefaseti değil, aynı zamanda adı da farklı olmalı. Kendi kimliğini adına yansıtmalı. Hatta rengini de bu kimlikten almalı… Öyle de oldu gerçekten :) O akşam esin kaynağımız olan Murat’a, kendisi için özel bir acılı – kıymalı hıngal çeşidi üreteceğimizi söylemiştik. Yaptık; klasik olan normal kıymalı ve beyaz renkli hıngalı (HıngalKlas), acılı – kıymalı bordo renkli hıngal (HıngalCan) takip etti. Sonra da gerisi geldi. Ne de olsa kıvılcım çakmıştı bir kez, 12 ayrı renk ve lezzetten oluşan Çark-ı Hıngal ortaya çıkmış oldu :) Vurgulamadan geçmeyelim; Can’ın Klas’tan ayrılan tek özelliği sadece acısı değil elbette. O başka bir şey. Yine bir başka sevgili dostumuz Müge Ç. Hanım kendi bloğunda HıngalCan için şu ifadeyi kullanmıştı: “Bir de acılısı var ki, içinde yüzebilirim.” Gerçi kendileri artık bir "vegan" ama, olsun :) Selam ve sevgilerimizle Müge Hanım...

Haa, şu resimdeki hâl oldu mu? Murat acıdan alev alev yanıp gözleri ve ağzı kavruldu mu? Yok, olmadı vallahi. Dedik ya, acıyı bal eyledi diye. Bir tek o değil ayrıca, bütün aile. Galiba bir an için, biz onu öyle tahayyül ettik :) Sandık ki, herkes bizim gibi acı karşısında naif davranıyor. Meğer acıya göğüs germek, onu lezzet ve sevgi mertebesine yükseltmek ayrı bir meziyetmiş. Teşekkürler Murat’ım. Bak gördün mü, neleri tetiklemişsin? :) Acıyı bal eyleyelim, HıngalCan’la herkese afiyetler dileyelim. Sevgi ve dostlukla…
- Acaba HıngalZâde nasıl "doğdu"? :)

Çetin Ceviz Lezgi Teyze :) 

Bazen çekilen kulak motivasyon yaratır...
 
İçeriye girdiğinde neden kızgın bir ifadeyle baktığını anlayamadım. Önce kapının orada durup soluklandı bir süre, etrafına pek dikkat etme ihtiyacı duymadığı belliydi. Bakışları belli bir noktaya odaklanmış ve hoşnutsuzca başını sallamaktaydı…

“Hayırdır?” dedim içimden, “Teyze bir şeye içerlemiş, kızmış… ama neye?”… 

Faaliyete başladığımız ilk aylardı, yanılmıyorsam 2008 Eylül’üydü… Yani henüz Ramazan ayı içindeydik ve hava da geride kalan yaza nispet yaparcasına sıcaktı. İftara daha birkaç saat vardı ve eşim Melike’yle birlikte iftar konuklarımız için hazırlanıyorduk… 

Kısıklı’daki minik mekânımızın önüne bir araç yanaştı ve arka koltuktan 80’lerinde olduğunu düşündüğüm şık bir hanım yaşından beklenmeyen bir çeviklikle inip, elindeki bastonuyla (bu kadar dinçken bastona neden ihtiyaç duyar ki bir insan?) kapıya yöneldi. Üzerindeki keten elbise ayak bileklerine kadar uzundu ve bembeyaz saçları özenle arkada topuz yapılmıştı. Gözlüklerinin ardından, hedefini bulmak istercesine kısıp etrafı tarayan yorgun gözleri nihayet bende sabitlendi… 

“Kim bakayım buranın sahibi?” diye söze başladığında eşimle birbirimize baktık ve ben biraz sinmiş bir sesle “Biz…” diyebildim. Farkında olmadan yanlış bir şey mi yapmıştık acaba? Bir kusurumuz oldu da aymazlığa mı vurduk? “Eyvah!” dedim içimden “belli ki bu teyze bizim kulağımızı çekmeye gelmiş. Haydi hayırlısı.” Ben böyle düşünüp ona doğru yaklaşırken teyze açtı ağzını yumdu gözünü, başladı saydırmaya…

“Tabelayı yanlış yazmışsın. Hıngal da neymiş? Onun doğrusu Hinkal’dır bir kere! Üstelik altına da ‘mantı’ diye eklemişsin. Hiç olur mu? Hiç Hinkal’a mantı denir mi? Sen nerelisin bakayım?”

(…) Allah Allah… Haydi bakalım çık işin içinden, ayıkla pirincin taşını ve dahi bu ne perhiz bu ne lahana turşusu… Artık durumla uyumlu ya da değil, aklımdan pek çok atasözü ve değim gelip geçerken ben safça atakta bulundum… “Açıklayabilirim… Dağıstanlı’yım ben, Terekeme’yim. Biz buna Hıngal deriz, ama…”

“Sus! Hem bilmiyorsun bir de konuşuyorsun!”

Nasıl yani? Teyze beni konuşturmuyor, lafı ağzıma tıkadı! Olacak şey değil, ama oldu… Bir taraftan söyleniyor bir taraftan da vitrin camı üzerindeki maket Hıngal’ları eline almış evirip çeviriyor. Sonra nihayet durdu ve elindeki maketi yüzüme doğru uzatıp, makineli gibi; “Bunlar niye böyle minicik? Ne koyuyorsun bunların içine? Neden renkli bunlar?”…

Allahım! Nasıl yapsam da ne desem?.. Melike’ye baktım, kenarda durmuş halime kıkırdayıp duruyor… Ağzını açıp bir şeyler söylemek mi? Bastonu neden yanında taşıdığını anlamaya başlamıştım :) O yüzden en munis ifademi takınıp can kulağıyla dinlemeye başladım… 

Kendisi de Dağıstanlı’ymış, ama Lezgi boyundanmış. Onlar “Hinkal”ı kocaman kocaman yaparlarmış (bu arada hemen belirteyim; bizim Hıngal’lar neredeyse işaret parmağı boyundadır)… Bu Hinkal’ların içine de cevizli soğanlı bir harç doldururlarmış… Biz nasıl Dağıstanlı imişiz böyle?! Bir gün gelip hamur açaymış, kendi Hinkal’larından yapaymış, öreymiş, hazırlayaymış, doğrusunu bize öğreteymiş, bu ne cahillikmiş?!… 

“Peki Hanımefendi, siz nasıl uygun görürseniz…" gibi laflar gevelemeye başlamıştım ki, oğlu olduğunu sandığım 60 yaşlarındaki bey araçtan inip saatini işaret etmeye ve ellerini de iki yana açıp gözlerini devirmeye başlayınca… Teyze, elindeki bastonu “tamam” anlamında havada şöyle bir döndürdü ve “Ben iftara geç kalmayayım, çocuk da huzursuzlandı zaten. Bekleyin beni, geleceğim. Haydi Allah’a emanet olun. Hayırlı müşteriler” deyip, yine bir çırpıda araca biniverdi. Biz de arkalarından öylece bakakaldık…

Bir daha göremedik o teyzeyi, sonra hiç uğramadı. Oysa kendisinden aldığımız fikirle cevizli - soğanlı - havuçlu çeşidimiz olan “HıngalZâde”yi kendisine göstermeyi çok istemiştik. Hayattaysan (inşallah öyledir) Allah uzun ömürler versin Anacığım, yok eğer… mekânın cennet olsun.
- Bu da kim ve burada ne işi var? :)

Hey Gidi Deli Şefim Dali :)

Ve bazen yaratıcılık boğazdan gelir...
 
Salvador Dali… 20. yüzyılın en önemli sanatçılarından ve “Ben sürrealizmin ta kendisiyim” diyen nâm-ı diğer “Deli Dali”… 

Resimlerini izleyen insanlara “Sizce Dali ne anlatmak istemiş” diye sorulup da yorum alınamadığını öğrendiğinde; “Düşmanlarımın, arkadaşlarımın ve halkın resimlerime aktardığım imgelerin anlamını çözemediklerini söylemeleri bence son derece anlaşılır bir durum. Onları yapan kişi olarak ben bile anlayamazken, başkaları nasıl olur da bu imgeleri anlamayı umabilir” şeklinde cevap veren bu çılgın ressam… meğer “Aşçı olmak” istermiş, iyi mi :)

Kendisinin de belirttiği gibi resimlerinde kullandığı pek çok imge / gönderme var. Örneğin “eriyen saatler” imgesini ilk kez, 1931’de yaptığı “Belleğin Israrı” adlı resminde kullanmış. Esinlendiği şey nedir dersiniz? Peynir! Güzel, değil mi?.. Rivayete göre bir akşam yemeğinde yediği peynirin ağzında bıraktığı “yumuşak” tattan çok etkilenen Dali, uyumak için yatağına giderken aklına birden “eriyen saatler” olgusu geliyor ve resmi iki saat içinde bitiriyor. Peki, adı “Belleğin Israrı” olan bir tabloda neden peynir ve eriyen saatler? Çünkü zaman akıp gidiyor. Üstelik “yumuşak lezzetiyle”. Ve biz onu tutamıyoruz... 

Dali’de imge çok. En çok kullandığı formlardan biri olan “yumurta” da çok önemli bir metafor. Çünkü içinde hayat var; kabuğu kırıp dışarı çıkmak, yani doğmak anlamına geliyor...

Sanatçının elit kesimler tarafından tanınmasını sağlayan aristokrat kadın “Gala”, aynı zamanda Dali’nin en büyük aşkı, menajeri, finansörü ve karısı. Dali’nin hayatında karısının öylesine ağırlıklı bir yeri var ki, resimlerinde kutsal kadınları ve bütün güzelleri bile Gala olarak resmetmiş… Dali’nin çalışmalarından biri de “Gala ile Akşam Yemeği” veya “Ben Gala’yı Yerim” adını taşıyor. Bu tablo için “Tamamen haz almaya adanmıştır ve diyet reçeteleri içermez” demiş Salvador Dali…

Gastronomiye büyük ilgi duyan ve çocukluğundan beri aşçı olmayı hedefleyen Dali, bu hayalini 68 yaşında, “sürrealist gastro - estetik” hikâyeleri bir araya getirdiği bir seride gerçekleştirmiş. Bu eserler açlıktan ölmek üzere olan sanatçıya vurgu yapıyor. Fakat sanatçı, yemek parası olmadığı için aç kalan birisi olarak değil; tutkularıyla yanıp tutuşan, sanatı, aynı yemek yer gibi hazla, abartıyla ve gösterişle sindiren biri olarak betimlenmiş. Resimlerinde sıkça kullandığı yemek öğeleri, aynı zamanda kadının ya da erkeğin cinsel olarak birbirlerine duydukları isteğe de bir gönderme… 

Aşçı kimdir? Yemek pişirmeyi meslek edinen kimse… Peki şef? Mutfağın önderi, lideri… O halde yemek yapmayı bilmek şef olabilmeyi sağlamaz. Şef olmak için teknik bilgiden çok daha fazlası gerekir. Şef, yaratıcı olmalıdır. Analitik düşünme, sorun çözme, ekip kurma, yönetme becerilerine sahip olmalıdır. Teknik bilgi ve tecrübelerini, kişilikleri ve yaratıcılıklarıyla birleştirebilen ve farklılık yaratabilen aşçılar ancak şeflik yolunda ilerleyebilirler.

Bu durumda “20. yüzyılın en iyi şeflerinden biri Salvador Dali’dir!” diyebilir miyiz? Muhakkak! Zira sanatında olduğu gibi aşçılığı ve şefliğinde de oldukça kendine özgü yaklaşımları var Dali'nin. Örneğin “Gastro Esthetic”i açıklarken sarf ettiği şu sözleri çok manidar: “Aslında sadece anlaşılabilir formda olan şeyleri yemeyi seviyorum. Eğer tiksindirici ve onur kırıcı ıspanak sebzesinden nefret ediyorsam, bu onun ‘şekilsiz’ oluşundandır."

Sürrealist sanatçının küçüklüğünden beri aşçı olma isteğini saygıyla selamlıyor ve “Çark-ı Hıngal”ımızı onun omuzuna bir apolet / madalya edasıyla “imge”liyoruz. Nasıl ama? Yakışmadı mı? :)
- Bir mola daha; müzik...
Hıngal Türküsü - Anonim
00:00 / 00:00
- Veee Hıngal türküsü :)
bottom of page